Gazetecilikle geçen 30 yılı aşkın bir yolculuğun ardından, şimdi yeni bir durakta, Tarımdan Haber’de siz değerli okurlarla buluşmanın heyecanını yaşıyorum.

Bundan böyle her hafta, sahada edindiğim tecrübeleri, yıllar içinde süzülen fikirleri ve memleket toprağında yeşeren gerçekleri bu köşede sizlerle paylaşacağım.

Bu köşe, yalnızca habere değil; hakikate, emeğe ve üretime kulak veren bir kalemin durağı olacak. Umuyorum ki bu yolculuk, sadece yazanla okuyan arasında değil; vicdanla, akılla ve üretimle yoğrulmuş ortak bir zeminde buluşmamıza vesile olur.

Her hafta aynı gün, aynı köşede buluşmak dileğiyle…

Yolu tarımdan geçen herkese selam olsun.

Ve bu vesileyle, ilk yazımıza bismillah diyerek başlayalım.

Türkiye, tarihinin en kritik dönemeçlerinden birinden geçiyor. Meclis’te kabul edilen İklim Yasası, kağıt üstünde çevre zaferi gibi görünebilir.

Ama asıl soru şu: Bu yasayla birlikte çevre mi kurtulacak, yoksa sofralar mı boş kalacak?

Yeşil dönüşüm, kulağa hoş geliyor. Karbon salımı düşecek, doğa nefes alacak, ne güzel! Ancak bu pembe tablo, sofralarda kararan gölgeleri gizlemeye yetmiyor. Çünkü iklim politikaları sadece gökyüzünü değil, doğrudan tenceremizi de etkiliyor.

Kırılan Zincirin Sessiz Çığlığı

Türkiye’nin tarımı zaten kırılgan. Kuraklık, plansız kentleşme, yetersiz destek derken çiftçinin beli yıllardır bükülmüş durumda. Şimdi İklim Yasası ile birlikte bu yük, sürdürülebilirlik adı altında daha da ağırlaşıyor.

Artık çiftçiye deniyor ki:

“Daha az su kullan, daha az mazot yak, karbon salma.”

Peki nasıl?

Zaten kıt kanaat geçinen Anadolu çiftçisi, düşük karbonlu üretim modeline nasıl geçecek?

Organik tohum alacak parayı, sürdürülebilir sulama sistemi kuracak desteği kim verecek?

Eğer bu sorular cevapsız kalırsa, üretici birer birer toprağını terk eder. Ve bir toplum, toprağından koptuğu gün sofralarını da kaybetmeye başlar.

Sebze Meyve Manavda, Vatandaşın Cebinde Değil!

Market raflarında domates var ama alan yok. Çünkü fiyatlar almış başını gitmiş. Tarlada üretim düşünce, şehirde enflasyon coşar. İklim Yasası’nın dolaylı etkileriyle birlikte gübre fiyatları artacak, taşıma maliyetleri yükselecek, fiyatlar daha da tırmanacak.

Kısacası, “çevreci tarım” politikaları uygulansın derken, “lüks tarım” dönemine girmeyelim.

Özellikle asgari ücretle yaşam mücadelesi veren milyonlar için, bir kilo domates bile artık tartıyla değil, taneyle alınıyor. Sofraya koyacak zeytini, peyniri, hatta ekmeği bile hesapla alan bir halk, gıda kriziyle çevre krizini bir arada yaşamak zorunda kalabilir.

Gıda Egemenliği Elden Gidiyor

Üretim azalır, maliyetler artarsa tek bir seçenek devreye girer: ithalat.

İklim dostu tarım diye diye, çiftçi üretimden çekilirken; devlet açığı ithalatla kapatmaya başlarsa, biz sadece domatesin değil, bağımsızlığımızın da dışa bağımlı hale geldiğini görürüz. Çünkü tarım, sadece ekonomi değil; stratejik bir güvenlik meselesidir. Unutmayalım:

Kendi ekmeğini üretemeyen bir ülke, kararlarını da başkalarına danışarak alır.

Peki Ne Yapmalı?

İklim Yasası elbette önemli. Doğa yaşasın, su kaynakları tükenmesin, çocuklarımıza soluyacak hava kalsın. Ama bu süreçte halkın sofrası unutulmamalı.

Çiftçiye teknoloji desteği, sübvansiyon ve adil pazar ağı sunulmadan bu yasalar sadece kağıt üstünde çevre dostu olur.

Altı boş tencereler, dolu vaatlerle kaynamaz.

Ayrıca kent yoksullarına yönelik sosyal gıda politikaları şart. Kooperatif marketler, gıda bankaları ve yerli üreticiyle doğrudan temas kuran tedarik zincirleri oluşturulmalı. Yoksa “iklimi koruyalım” derken, sofraları koruyamayız.

Türkiye bir tercihle karşı karşıya: Ya çevreyi korurken halkı unutacak ya da hem doğayı hem de sofrasını birlikte koruyacak. İklim Yasası, bir devrim olabilir.

Ama bu devrim, sofraya ekmek koyamıyorsa; halk neyin faydasını görecek?

Çevreyi kurtarırken, halkı kaybetmeyelim.