Geçtiğimiz hafta Anadolu’nun içlerinde, çocukluğumdan beri uğramadığım bir köye yolum düştü.
Tozlu yollarında yürürken fark ettim: Evlerin birçoğu kapalı, bacalardan duman çıkmıyor. Çocuk sesleri yok. Köy kahvesine uğradığımda gördüğüm manzara ise bütün tabloyu özetliyordu: Yaşlıların bir araya geldiği, gençlerin neredeyse hiç görünmediği bir kahve.
Yan masada oturan seksenli yaşlarındaki bir çiftçiyle sohbet ettim. “Bizden sonra bu toprak kime kalacak?” diye sordu. Gözlerimin içine bakarak sormuyordu aslında; bu soru, göğe savrulan bir isyandı. Yanındaki bir başka köylü ise elini masaya vurdu: “Oğlum İstanbul’da asgari ücrete çalışıyor. Burada kalsa traktör bile alamazdı. Benim torunlar bu köyü ancak bayramda görür.”
Bu sözler, istatistiklerin soğuk rakamlarını ete kemiğe büründürüyor.
Evet, resmi verilere göre çiftçilerin yaş ortalaması 58–60 bandında.
Kadın çiftçilerin yaş ortalaması ise 61. 65 yaş üstü üreticiler toplamın üçte birini oluşturuyor.
18–32 yaş arası genç çiftçilerin oranı sadece yüzde 5.
Ama köy kahvesinde otururken, bu oranların gerçeğe nasıl yansıdığını görmek insanın yüreğini daha çok burkuyor.
Köyün dışına çıktığımda karşıma çıkan bir kadın üretici ise yorgunlukla gülümsedi: “Gençken sabah güneş doğmadan tarlaya çıkar, akşam yıldızlar çıkınca dönerdim. Şimdi belim büküldü, ama hala çalışıyorum. Kızımı okutmaya gönderdim, köyde kalmasını istemedim. Çünkü burada bir gelecek yok.”
Bir gazeteci olarak yıllardır köyleri gezdim, farklı bölgelerde üreticilerle konuştum. Her yerde aynı tabloya rastlıyorum: Gençler köyden kopuyor, yaşlılar toprağı tutmaya çalışıyor.
Köyler kışın tamamen boşalıyor, bazı köylerde otuz yıldır çocuk doğmamış. Bunu sadece demografiyle açıklamak kolaycılık olur. Bu, doğrudan yanlış tarım politikalarının sonucudur.
Çünkü tarım politikaları uzun yıllardır günübirlik desteklerden ibaret. Mazot, gübre, dönemsel primler…
Evet, bunlar çiftçinin nefes almasını sağlıyor. Ama köyü yaşatmaya yetmiyor.
Köyde internet yoksa genç neden kalsın?
Sağlık ocağı kapanmışsa, okul taşınmışsa, sosyal yaşam yoksa gençler niye köyüne bağlansın?
Tarımı sadece traktör desteğiyle ölçen bir anlayış, aslında köyü gençler için yaşanmaz hale getiriyor.
Bakanlığın sık sık vurguladığı “gıda arz güvenliği” kavramı da sahada çok başka görünüyor. Çünkü gıda güvenliği ithalatla sağlanamaz. Raflara konan ithal buğday, sofralara gelen ithal et, belki günü kurtarıyor ama geleceği yok ediyor.
Asıl güvence, köyünde kalan üreticidir. O üretici ise yaşlanıyor, yalnızlaşıyor, tükeniyor.
Sahada karşılaştığım en çarpıcı gerçeklerden biri de kadınların konumu.
Kadın çiftçilerin yaş ortalaması daha yüksek. Yani köyde kadın emeği giderek kayboluyor. Kadınlar üretimde tutulmadıkça, tarımın da nefesi kesiliyor. Ama kadınlara yönelik özel destekler yıllardır sadece kağıt üzerinde kalıyor.
Kırsalın çözülmesi sadece tarımsal değil, kültürel bir kayıp da yaratıyor. Çocuk sesinin duyulmadığı bir köy, aslında geleceğini kaybetmiş bir köydür. Boşalan evler, kapanan okullar, terk edilen tarlalar… Bunlar yalnızca göçün değil, siyasi körlüğün de izleri. Çünkü köyün sessizliği, aslında siyasetin de sessizliği.
Bugün bana “sahada ne gördün?” diye sorulsa, şunu söylerim: Yaşlıların sabırla direndiği, gençlerin ise sırtını dönüp gittiği bir tarım manzarası gördüm. Bu manzara, yalnızca bugünün değil, yarının gıda krizinin habercisi.
Ve asıl mesele şu: Bakanlık hala günü kurtarma politikalarıyla avunuyor. Oysa mesele günü kurtarmak değil, geleceği kurmak. Köyleri yeniden yaşanır kılmak için eğitimden sağlığa, teknolojiden sosyal hayata uzanan bütüncül bir vizyon şart. Aksi halde, köylerde duyduğum o sessizlik, yarın sofralarımıza kara bir gölge olarak düşecek.
Toprak sabırla bekliyor. Siyasetin cesaret göstermesi gereken yer tam da burası. Çünkü köyler susuyor, çiftçi yaşlanıyor, sofralarımızın geleceği tehlikede.