Son günlerde Tarım ve Hayvancılık sektörünü olumsuz etkileyecek, gerçeklerle ilgisi olmayan birçok söylem işin gerçek uzmanı olmayan kişilerce sıklıkla dillendirilmeye başladı.

Bunlardan en ilginç olanlardan bir tanesi de “genomik inek” tanımlaması idi.

Genomik inekle kast edilmeye çalışılan husus o ineklerin genlerinin GDO’lu bitkilerde olduğu gibi değiştirildiğidir.

Ancak, bırakın ülkemizi dünyanın hiçbir yerinde rutin üretimde kullanılan böylesi tek bir inek bile yoktur.

Burada karıştırılan husus ineklerin genomik testle damızlık değerlerinin belirlenmesidir ki; bu işlemde hiçbir şekilde her hangi bir gene müdahale söz konusu değildir. 

Aslında genler her bir jenerasyonda normal olarak da değişmektedir.

Bu nedenle aynı anne ve babadan doğan öz kardeşler farklı yapısal ve zihinsel özelliklere sahip olmaktadır. İşte ineklerde yapılan genomik değerlendirme, dışarıdan hiçbir müdahale olmadan, sadece buzağının doğuştan sahip olduğu genlerin incelenmesini içermektedir.

Bu işlemin insanlarda risk taşıyan anne babalardan elde edilen tüp bebek embriyolarında uygulanan gebelik öncesi genetik tanıdan hiçbir farkı bulunmamaktadır. Gebelik öncesi genetik tanı ile kromozomal bozuklukların ve DNA hastalıklarının gebelik öncesi dönemde yani henüz embriyo aşamasında tanımlanmasıyla genetik kusurlu bebeklerin annelere transfer edilmemeleri sağlanmaktadır.

Bu işlemden sonra doğacak bebeğin genlerinde hiçbir şekilde bir değişim oluşmamaktadır.

Dolayısıyla, genomik test edilmiş olsun veya olmasın günümüzde üretimde kullanılan hiçbir inekte genlerle oynama durumu söz konusu değildir. Konu ile ilgili yeterli bilgi sahibi olmadan yapılan açıklamalar insanlarda yersiz ve anlamsız bir bilgi kirliliğine neden olmaktadır.

Ayrıca, dünyada öne çıkan ve ülkemizde de yetiştiriciliği yapılan bazı kültür ırkları “genomik” olarak sınıflandırılmıştır. Bu ırkların etlerinin, sütlerinin tüketilemeyeceği, hatta dışkılarının gübre olarak bile kullanılamayacağı da iddia edilmiştir.

Ancak, maalesef bu açıklamalarda kökten yanlış açıklamalardır. Bu açıklamaları yapan kişilerin öncelikle, seleksiyon, hibritleme (melezleme) ve GDO gibi terimlerin anlamlarını tam olarak kavramaları gerekmektedir.

O bahsedilen ırklardan Belçika’nın yerli ırkı olan Belçika mavisi, 19. yüzyılda tıpkı bizim Boz ırk sığırların İsviçre esmeri sığırla melezlenmesiyle elde ettiğimiz Karacabey esmeri sığır ırkı gibi, Belçika’nın yerli sığırlarının İngiltere’den getirilen Shorthorn sığır ırkı ile melezlenmesi sonucu elde edilmiş bir ırktır.

Melezlemede şarole ırkının da kullanılmış olabileceği düşünülmektedir.

Bunun sonucunda ortaya çıkan ırk 1950’li yıllarda etçi sığır olarak tanımlanmış ve o dönemde yapılan çalışmalar ile bugünkü modern halini almıştır. Bu hayvanın geliştirildiği dönem içerisinde 1953 yılında DNA ilk kez tanımlanmıştır ve o süreçte GDO ile ilgili çalışmalar başlamış bile değildir.

Yine aynı şekilde Fransa’nın yerli ırkı olan Limuzin ırkı ile ilgili ilk kayıtlar 1886 yılında tutulmaya başlanmıştır.

Tarımda mekanizasyonun ilk yıllarında sayıları azalmış olsa da, günümüzde Fransa’da sayıca Şaroleden sonra gelen ikinci etçi sığır ırkıdır ve dünya üzerinde 80 ayrı ülkede yetiştiriciliği yapılmaktadır. Bu ırkın genlerinde de herhangi bir müdahale söz konusu değildir.

Holstein bugün dünyada en yoğun popülasyona sahip, neredeyse kutuplardan çöle kadar değişen koşullarda bakılan bir ırktır.

Bu ırkta Hollanda’da bulunan siyah ve beyaz iki ırkın melezlenmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Süt üretiminde dünya lideridir. Bu ineklerin maksimum 4,5 yıl yaşadığı iddia edilmiştir. Oysa verilen rakam ortalamadır ve bu süreden çok daha uzun yaşayan inekler mevcuttur.

Dünya’da üzerinde en çok çalışılan bir ırk olması nedeniyle, elde edilen genetik ilerleme son derece yüksek olmuştur.

Ancak, bunlar yapılırken, genleri ile oynanması söz konusu olmamıştır.

Ayrıca, bu hayvanların sütündeki beta kazeinlerin A1 formunda olduğu ve bunun da insan sağlığına zararlı olduğu ifade edilmiştir.

Oysa bu da yanlış bir bilgidir, holsteinların tümünde bu durum söz konusu değildir.

Genel ortalama da holsteinların yarısı A1, diğer yarısı da A2 beta kazein formuna sahiptir. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) tarafından hazırlanan detaylı raporda (https://efsa.onlinelibrary.wiley.com/doi/epdf/10.2903/j.efsa.2009.231r) A1 süt tüketiminin insanlarda bahsedilen zararlarına ilişkin sonuca varacak yeterli bilgi olmadığı net olarak bildirilmektedir.

İşin özüne bakıldığında, insanları korkutup, daha yüksek fiyatlardan sütü pazarlama stratejisi olduğu açık olarak görülmektedir.

Çünkü 5000-10000 yıl önce oluşan bir mutasyonla A2’den A1 formu oluşmuştur ve herhangi bir zararlı etki görmeden binlerce yıldır bu sütler insanlar tarafından tüketilmektedir.

Durum böyle iken, birde A1’in zararlı olduğuna dair yayınları yapan kişinin sahibi olduğu firma aracılığıyla patent ve marka haklarından sağladığı geliri hesaba katınca akla da ticaretten başka şey gelmemektedir.

Hayvanların GDO’lu yemle beslenmesi sonucu A1 süt ürettiği anlamı çıkarılacak ifadelerde yerden göğe kadar yanlış ifadelerdir.

A1 ve A2 beta kazein formlarının üretimi tümüyle ineklerin sahip olduğu genetik özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Zararı olmasa da insanlarda oluşturulan korku sonucunda yaratılan alıcı tercihinden dolayı, suni tohumlamada kullanılan spermaların elde edildiği boğalardan çoğunun A2 formda beta kazeine sahip olanlardan seçilmesi, holstein ırkında da A1 beta kazein formunun azalarak tümden ortadan kalkmasına katkıda bulunacaktır.

GDO’lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin tüketilmesinin insan sağlığını olumsuz etkilediğine dair tek bir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. 

Üstelik hayvanların sindirim kanalından geçerken DNA’ların ister normal ister GDO’lu parçalandığı ve daha sonrasında emildiği gerçeği varken, GDO’lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen ürünlerin tüketilmesinin insana nasıl zarar vereceğini, insanın da aldığı tüm DNA’ları ister normal ister GDO’lu olsun ilk olarak pepsin hormonu aracılığıyla midede sindirdiğinin gösterilmesinden (https://www.nature.com/articles/srep11936) sonra izah etmek çok zor hale gelmiştir.

Günümüzde, ülkemizde sadece hayvan yemlerinde kullanımına izin verilen GDO’lu ürün sayısı 36 iken, Avrupa Birliğinde izin verilen toplam GDO’lu ürün sayısının 136 olduğunu unutmamamız gerekmektedir.

Hayvanların genetiğini değiştirmek için özel spermler geliştirildi açıklaması da çok enteresan bir açıklama olmuştur.

Böyle bir uygulamadan 1988 yılında başladığım Veteriner Fakültesi eğitimi, ardından üreme biyoteknolojisi alanında yurt dışında yaptığım master, Bursa’da Dölerme ve Subi Tohumlama Anabilim Dalı’nda yaptığım doktora ve sonrasındaki akademik hayatım boyunca böyle bir uygulamanın olduğunu ne duydum, ne de gördüm.

Bahsedildiği gibi suni tohumlamada kullanılan spermalarda genetiği değiştirmek amacıyla özel bir üretim yöntemi bulunmamaktadır.

Ayrıca, yerli ırklarımızı geliştirmemiz gerektiği, mevcut kültür ırklarından vaz geçmemiz gerektiği de ifade edilmiştir.

Maalesef biz bu treni kaçırmış durumdayız.

Avrupalıların yüz yılın üzerinde bir süreçte yaptığını sıfırdan yapıp seleksiyonla onları geliştirmemiz için vaktimiz kalmamıştır. Hızla artan ülke nüfusumuzu yerli ırklarımızı saf yetiştirerek doyurma şansına sahip olmadığımız gerçeği asla unutulmamalıdır.

Zaten, her şeyi göze alıp geliştirmeye kalkar isek, bizim yerli ırklarda yüzyıl sonra mevcut verim ve vücut yapılarından çok uzaklaşmış olmayacaklar mı?

Dışarıdan ithal edilen hayvanlardan uygun olanları kullanarak uygun yerli ırklarla melezleme yoluyla ülkemiz şartlarına özellikle kalitesiz meradan yararlanma ve hastalıklara direnç anlamında daha verimli ırkların kazandırılması çalışmaları daha anlamlı olacaktır.

Tüm bunları yaparken de yerli ırklarımızın neslinin tükenmesinin önüne geçecek önlemleri de almayı unutmamalıyız. 

GDO’lu ürünlerin tümden zararlı ya da faydalı olduğunu söylemek, GDO’nun ne olduğunu bilmemek anlamına gelir.

Oysa, işin aslına bakılırsa, GDO nükleer enerjiye benzetilebilir.

İyi amaçla da, kötü amaçla da kullanılabilir. Bize düşen bu teknolojiyi anlayıp, iyi yönde kullanılmasını sağlamaktır. Bunu yaparken de bilimin ışığında bilimsel verilerle hareket edilmesinde büyük önem vardır. 

Son olarak medyamızı da bu konuda yapmış olduğu yayıncılık anlayışından dolayı kınamak gerekmektedir.

Ülkemizde gereğinden fazla sayıda sahip olduğumuz bunca Veteriner Fakültesi ve Ziraat Fakültesi varken, hayvancılığı gidip alan dışından insanlarla tartışması medya etiği açısından ne kadar sağlıklıdır?