130 atom bombası gücünde yıkım ve acı yüreğimizde patladı. Sözün bittiği yerdeyiz demeden şimdi daha cesur daha kararlı yazmak zorundayız. Yuvalarımıza derinden sızılar açıldı, yarıklarımız kapanacak türden değil, yok öyle bir merhem. “Yok mu sesimi duyan” diyenleri işitemedik, işittiklerimize yardım yetiştiremedik, boynumuz büyük. Olacağını bildiğimiz halde kulağımızı tıkadık, onay verdik, göz yumduk, günaha ortak olduk.

Ölüm binalarını boylu boyunca arşa diktik. Levent Kemal’in yazdığı gibi “deprem bir kere daha gösterdi ki dünyanın en pahalı mezarlarını bizim inşaat şirketlerimiz satıyor.” O inşaatları dikenler şimdi enkaza yardım taşıyor, yazık çok yazık.

Eğitimsiz işgücü, deneyimsiz mühendislik, yapı denetim sistemindeki zafiyetler, girdi maliyetleri inşaat sektörünün sorunları. Hiç yokmuş gibi davranıyor vurun abalıya deyip süpermarketler gibi orada da suçluyu ilan edip tüm sorumluluktan kaçıyoruz. Her sektörde olduğu gibi işçilikte sınıfta kalıyor, çocuğum inşaat işçisi mi olacak deyip olacaklara göz yumuyoruz. Aynı sorun tüm sektörlerde var ekmeği kötü yapıyoruz, kaldırımları kötü döşüyoruz, bazı dişçilerimizin yaptığı dişler hemen düşüyor. Afganlılar olmasa hayvancılık yapamıyoruz, he sektörde işçiliğin altını oyuyoruz hiç biri can almıyor ama birleşince ahlaken çöküyoruz, gidecek doktor kalmayacak umursamıyoruz.

Daha fazla yoksun olmamak için iklim, deprem gettolarına taşınmak zorunda kaldık. Ya da bir şey olmaz canım dedik, bazılarımız bilmeden, bazılarımız bilerek kendi hayatımıza kıydık. Ucuz diye en dayanıksız evleri aldık, yokluktan idare ettik. Evimiz barkımız başımıza çöktü adına nasıl kader diyelim. Bilimi işiteceğimize hurafelere kapımızı açtık, vergilerimizle yaşayan devlet televizyonunda bile bilim dışı açıklamaları yapan profesörleri el üstünde tuttuk. Yetmedi Sansür yasası bizim gibi kalemini oynatırken edepten, etikten zerre şaşmayanlar yerine bilim dışı açıklamalarla halkı yansıtanlara asla uygulanmadı. Bilimsel bilgi yerine popüler bilgi kültürü, ekonomisi yarattık.

Önlem almanın ne denli önemli olduğunu anlamak için Peygamberimizin deveyi salan birine  “önce deveni bağla sonra tevekkül et” dediği Nisa suresini cümle içinde kullandık, hiç önlem almadık. Ne yaptıysak göstermelik yaptık. Yumurta kapıya dayanınca önlem aldık, yıkıldık, yok olduk başımızı elimize aldık gözyaşlarımız sel.

Sorular bildiğimiz yerden gelse de cevaplarda sınıfta kaldık. Oysa yaşadığımız her felaketin ilk haftası sözde farkındalık ve duyarlılıkla yeri göğü inletiyorduk. İzmir’in üzerinden çok geçmedi. Gölcük hala hatıralarımda. O izinleri niye verdik, o imzaları niye attık. “Deprem öldürmez, bina öldürür” dediğinizde inanmıştık. O kadar inşaat mühendisliği fakültesini boşa mı açtık, 85 milyon kez niye öldük, niye yok olduk.

Verimli hilal kuzularını kaybetti, toprak suya hasretken depremle sarsıldı. Derinden yaralar açıldı sadece bizim yüreğimizde değil, toprak ananın koynunda, bağrında. Toprak ana sarıp sarmalayandı, onun da gözü yaşlı, gönlü yaralı. Toprak kendini onaracak bahara filizlenecek biliyoruz, biz nasıl iyileşeceğiz. Gezegen sessiz sedasız yaşarken “eline vur ekmeğini al mı“  zannettik. Son yıllarda ne kadar hasta olduğunu anlatmak için sellerle, yangınlarla, kasırgalarla mesaj gönderiyor kimse sesine kulak vermiyor. Bu sefer çığlık attı, içi yanan yana.

Kendi bedenimize verdiğimiz değerin binde birini gezegene toprak anaya vermedik. Onun da gazı oluyor, onun da ateşi çıkıyor. Bir gün olup “gezegen için ne yapabilirim, derdi ne” diye sorduk mu?

Hep kendi derdimize düştük son yıllarda iklim felaketini konuşmaktan yorulduk tek bir olumlu adım bile atmadık. Sürdürülebilirlik dediğiniz şey hala insan merkezli bencil bir uydurmaca. Aman ha toprak bize besin üretemez diye ödümüz kopuyor. Kimsenin gezegeni, toprak anayı düşündüğü yok. Ah benim güzel toprak anam, bire bin verirken herkes sana duacıydı.

Şimdi sarsıntılarına düşman. Bunu bize nasıl yaptın. Nasıl kıydın, senin de için dışına çıktı, gözyaşların içine aktı biliyoruz, yeri göğü inleterek. Senin de elinden bir şey gelmiyor. 4,5 milyar yıldır hep değişip dönüşüyorsun, bu senin doğanda var. Daha iyisi için sürekli mesaj yolluyorsun. İnsanlık artık gezegen için, toprak ana için en kötü virüs. En son dinazorları yok etmiştin insanlık yeşersin kök salsın diye. Bize bir şey olmaz sandık. “Böbürlenme padişahım senden büyük Allah var” diyenleri hiç umursamadık.

Gelişmişler teknolojiyle tarımı, uygarlığı ve insan türünü olabildiğince korumaya çalışırken yoksullar, gelişmekte olanlar her felaketten sonra “başını avuçlarının arasına alıp ağıt yakıyor, yaşamdan affını istiyor.”

Kötü niyetli değiliz sadece hayatı özensiz yaşıyoruz, köklü önlemler almıyor derinden yaralar açıyoruz hem insanlık da hem gezegen de. Prof. Dr. Naci görür bir yıl önce, Kahramanmaraş ve Malatya’yı içine alan fay hattını göstererek “buralarda özenli olun, takip edin, önlem alın” demişti. Kulağımızı tıkadık, daha çok kat verdik, yönetmeliği delecek tanıdıklar bulduk. Paramız azdı ucuzundan kaldık. Hâlbuki Anayasa’nın 36, maddesinde “herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir” yazmıyor muydu?

Portsmouth Üniversitesi’nden Dr. Carmen Solana “Güney Türkiye’de dirençli altyapı düzensiz” diyerek yıkımın nedenine dikkat çekti. Yeşilyurt yerle bir, adı üstünde bölgenin yemyeşil ovalarının olduğu bereketli tarım alanlarından. Sere Serpe konutlar diktik semaya, oradan ev alanlar kendini şanslı saydı şimdi mezarımız oldu.

Ev yapılmayacak yerde yuvalar kurmaya çalışıyoruz, suyu olmayan Konya’da ayçiçeği ekip suyu bitiriyoruz, olmaz denildiğinde araya adam koyup hallediyoruz. Son 50 yıldır iklim felaketleriyle ilgili bilim insanları dünyayı uyarıyor. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres “İklim felaketi kazanabileceğimiz bir yarış, şimdi cesur kolektif eylem zamanı ” diyor. Gelecek çeşitli sinsi felaketlerle dünyayı yıkmaya geliyor, insan türünü koruyacak yegâne şey teknoloji, rasyonel akıl ve dayanışma. Biz de var mı, sırtımızı döndüğümüzde herkes kuyu kazıyor sonunda hep birlikte içine düşüyoruz.

Be ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirtecek politikaları hayvancılığı öldürüp sığır ithalatını ülkeler arası ilişki diye açıklıyoruz.

12 bin yıllık Holosen hızlı, coşkulu ve heyecanlıydı. Stanford’dan bilim insanları; “bildiğimiz medeniyet önümüzdeki birkaç yılda bitecek” diyor. Teknolojik uygarlığımızın dekoratif unsurları kıyamete gömülmek üzere. Yoksullar refaha eremeden gezegen kullanılamaz hale geldi, faaliyetleri durdurulmak üzere.

Tarımın yüzde 70’i küçük çiftçiler tarafından yapılıyor, iklime karşı mukavemetsizler. Bizim kırsal kalkınmadan anladığımız sayısını unuttuğumuz miktarda kooperatif kurup kaynakları çarçur etmek. Yufka açana verdiğimiz destekleri ufuk açana versek, deprem felaketine ayıracağımız milyarlarca dolarlık bütçeyi zamanında konut stoğunu iyileştirmeye ayırsaydık bugün daha güzel şeylerden konuşur birbirimizin kalbini kırmazdık.

Temel sorunlarımızı çözmeden ambalaja yatırım yapıyoruz, altyapıdan anladığımız devasa yollar, havalimanları. Meğer kendi mezarlarımız için kredi kullanmışız, 15 yıllık acı, hiç bitmeyecek.

1995 yılı Kobe depreminde mimar Yasuhisa Itakura gece çalışıyordu. Çalıştığı masa sallansa da çok büyük bir deprem olmadığını düşündü. O depremde, 6 binden fazla kişi hayatını kaybetti. “Taban izolasyonu” tekniğinin kullanıldığı binada Itakura’ya hiçbir şey olmadı. Bugün onbinlerce Japon binasında aynı teknik kullanılıyor, Japonlara deprem ninni kıvamında.

Yaşadığımız deprem daha büyük, daha derinlerden büyük bir yıkımla geldi anlıyoruz. Ama teknolojinin müsaade ettiği önlemleri alsaydık Hatay yok olmazdı, Islahiye yerle bir olmazdı, onbinlerce insanı kaybetmezdik. Kayıplarımız görece az olur, hayata daha kolay tutunurduk. 

Teknolojiyle risklerini yönetebileceğimiz deprem felaketiyle geldi, yönetmeliklerle yapılan konutlar Anayasa ile korunan yaşamlarımızı koruyamadı. Evimiz barkımız dediğimiz hayatımız başımıza yıkıldı Türkiye, acımız büyük, başımız sağolsun.

Rahmet, başsağlığı, dayanışma dileğimle….