Önsel Ünal / Gazeteci-Yazar / [email protected]

Türkiye, iklim ve toprak yapısı bakımından biyoyakıtların üretimi konusunda yabana atılamayacak potansiyele sahip önemli bir ülke. Ancak bu potansiyelin hayata geçirilmesi ve sürdürülebilir olması için şüphesiz organize bir planlamaya ve sistematik bir araştırma misyonuna ihtiyaç bulunuyor.

Ülke olarak biyoyakıt sektörünün geliştirilmesi için öncelikle yeni bir tarım strateji programı ve politikasının hayata geçirilmesi gerekiyor. Her şeyden önemlisi kurak veya tarım dışı kalmış toprakların değerlendirilmesinin de böylece yolu açılıyor ki tehlikenin en büyüğünün de böylece önüne geçilmiş olunuyor. Tehlikenin asıl merkezi ise hükümetlerin öteden beri süregelen yanlış politik kararlarıyla işletilemeyen topraklar…

İstatistikler Dünya petrol rezervlerinin her geçen yıl azaldığına işret ediyor. Gelecekte öngörülen mevcut rezervlerin 30-40 yıl daha ihtiyacı karşılayacağı belirtiliyor. Bunun bir iyi bir de kötü yanı var. İyi yanı biyoetanol için tüm üretim şartlarının Türkiye'de mevcut olması. Kötü yanı ise eldeki değerlerin hayata geçirilmesinde bilgiden ve hareket kabiliyetinden yoksun bürokratik hantal yapı.

Türkiye'nin elinde onu bir anda Avrupa ve dünyanın en büyük ekonomilerinden biri yapacak ve bir çok Avrupa ülkesinde olmayan önemli bir avantaj bulunuyor. Yeni kurulacak hükümetle Ulusal bir biyoyakıt politikasının bir an önce belirlenmesi ise gelecek on yıllar için büyük önem arz ediyor.

Her ne kadar şeker pancarı ülkemiz ekonomisine sağladığı yüksek katma değerle milyonlarca insanı istihdam etse de bugüne kadar devlet politikası haline dönüştürülmekten uzak kaldı. Başka bir ifadeyle dünya üretici ülkelerinin el üstünde tuttuğu şeker pancarı, küresel güçlerin baskılarıyla ülkemizde'Stratejik' söylemden bir şekilde uzak tutuldu.

Ancak, her ne kadar değeri tam anlaşılamasa da Şeker pancarının stratejik derinliğinin önümüzdeki süreçte daha bir farklı hal alacağı kesin. Son yıllarda çevremizde yaşanan gelişmeler dünyada son dönemlerde yaygınlaşan yeni bir tarım trendinin ülkemize de sıçradığını gösteriyor. Bir yanda gıda sektöründeki çokuluslu şirketler öte yanda çokuluslulara tâbi olmak istemeyen gıda kaynağı peşindeki devletler, özellikle az gelişmiş ve fakir ülkelerdeki tarım topraklarını satın alarak ya da kiralayarak yeni tarım politikaları oluşturuyorlar.

Bazılarının küresel ekonominin doğal bir sonucu olarak gördüğü, FAO gibi örgütlerin ve bazı sivil toplumcularınsa "tarımda yeni sömürgecilik" olarak adlandırdıkları bu yeni eğilim küresel boyut kazanırken, gelecek yıllarda dünyayla beraber ülkemizin de yeni "mayınlı alanı" olacağa benziyor.

'21. yüzyılda savaşlar sudan çıkacak, 21. yüzyıl enerji savaşlarına sahne olacak' gibi karamsar tahminlere eklenen son küresel senaryo, yüzyılımızın gıda savaşlarına sahne olacağıdır. Gıda savaşı tarım, tarım ise toprak savaşları anlamına geliyor. Toprağa sahip olma savaşı ise son dönemlerde küresel bir boyut kazanıyor. Bugün hâlâ altı, üstü, içi ve konumu kadar toprağın bizatihi kendisi, herkesin sahiplenmeye çalıştığı bir değer ifade ediyor. Özellikle tarıma elverişli topraklar geleceğin gözde hedeflerini teşkil ediyor.

Son ekonomik krizler kendi kendine yetemeyen pek çok ülkenin bir gıda krizi endişesine kapılmasına da sebep oldu. Bu ülkeler gelecekte yeni bir sıkıntı yaşamamanın yolunu ise toprağa, yani tarıma yatırım yapmakta buldular.

Kendi toprakları yetersiz ya da elverişsiz olduğu için bu sefer hedefleri kendilerinden çok uzak ülkelerin elverişli topraklarıydı. Bu "uzak" ülkelerin ortak özellikleri ise fakir ve az gelişmiş olmalarıydı. Bu gelişmeler kimi aydınlara göre zararsız ve küreselleşmenin doğal bir sonucu iken, karamsar senaryolar çizenlere göre ise "tarımda yeni bir sömürgecilik" döneminin açık işaretleriydi.

Dünya Tarım ve Gıda Organizasyonu FAO'nun açıklamalarına ve tarımla ilgili uluslararası bir STK olan "Grain"in 2008 yılı sonunda yayınladığı bir araştırmaya göre, çokuluslu kartellerin yanı sıra nüfuslarının gıda ihtiyacını temin etmek üzere Çin, Güney Kore ve Arap-Körfez ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülke, tarım yatırımlarını az gelişmiş ülkelere yönlendirmeye başlamış bile.

Sudan, Madagaskar, Etiyopya, Uganda, Endonezya, Brezilya, Filipinler, Moğolistan ve Arjantin gibi ülkelerle anlaşmalar yaparak bazen bir ülke yüzölçümüne yakın ölçeklerde dev tarım alanlarını satın alma ya da 99 yıl gibi uzun sürelerle kiralayarak kontrol altına alma stratejisine başvurmaya başladılar. Bu ülkelerden ürün satın almak da bir yoldu ancak uzun vadeli garantisi yoktu. Kendilerini garanti altına almanın yolu ise ürüne değil toprağa talip olmaktı. Neticede toprağa sahip olan ürünü de kontrol edebiliyordu. Bu hedefe kestirmeden ulaşmanın yolu ise paraya muhtaç olan ama elindeki toprağı da doğru dürüst işleyemeyen az gelişmiş ülkelerdi.

Ülkemizde durum pek de parlak değil. En değerli varlığımız olan tarım topraklarımız yıldan yıla adeta eriyor.

Türkiye Ziraatçılar Derneği'nin araştırması bu korkunç gerçeği ortaya koyuyor. Resmi rakamlara göre ülkemizde 2010 yılı itibariyle 24 milyon 294 bin hektar tarım alanı bulunuyor. Derneğin çarpıcı araştırma sonuçlarına göre:

10 yıl önce bu rakam 27 milyon 856 bin hektar idi. Yani 20 yıllık bir süre içinde 3.5 milyon hektar tarım arazisi kaybettik. O tarihte bu toprakların 18.8 milyon hektarı ekiliyordu. 20 yıl sonra ekili topraklarımızın miktarı 16.2 milyon hektara gerilemiş bulunuyor.

Tarım topraklarımız açısından bir başka önemli sorun da yabancılara satış konusu…

Bildiğiniz gibi geçtiğimiz yıllarda bu konuda çıkarılan bir diğer yasa ile yabancı özel veya tüzel kişilere satılabilecek tarım arazisi miktarı 2.5 hektardan 30 hektara çıkarıldı. Bakanlar Kurulunun bu rakamı iki katına çıkarma yetkisi de tanındı. Bu durumda söz konusu üst sınırı 60 hektar kabul etmek yerinde olur. Tabii bir de karşılıklılık ilkesi kaldırıldı; yani bu toprağı satın alan kişi ya da kuruluşun ülkesinin bizim vatandaş ya da şirketlerimize aynı hakkı tanıması koşulu aranmıyor artık.

Bu yasanın çıkmasının ardından karşılaştığımız tablo da ilginç:

Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılından 2002 yılına kadar yabancılara satılan toplam tarım arazisi miktarı resmi verilere göre 11 milyon metrekare.

2003-2012 yılları arasında yabancılara satılan toprak miktarı 90 milyon metrekare.
Sadece 2012 yılında yasanın çıktığı 18 Mayıs'tan Kasım ayına kadar satılan tarım topraklarının büyüklüğü ise yaklaşık 6 milyon metrekare…

Yani son on yıllık dönemde satılan toprak miktarı daha önceki yaklaşık 80 yıllık dönemin on katına yakın.

Rakamlar, topraklarımızın mülkiyet hakkının adeta bir çığ gibi elimizden çıkmakta olduğunu gösteriyor.

Ve rakamlar bu artışın hızlanarak devam edeceğini gösteriyor.

'Peki bunun ne zararı var?' derseniz, şunu hatırlamakta yarar var. Cumhuriyetimizin kurulmasından önce ülkemizin en verimli ovalarındaki en değerli toprakların büyük bir bölümü doğrudan yabancıların eline geçmişti. Bu nedenle bu toprakların kullanımı, yetiştirilecek tarım ürünlerinin belirlenmesi hakkı ve benzeri haklar tümüyle yabancılara ait hale gelmişti. Bu hakkı geri almak için Lozan'da çok büyük mücadeleler verildiğini de biliyoruz.

Yazımın ikinci bölümünde NBŞ kotalarıyla pancar tarımına nasıl darbe vurulacağı konusunu işleyeceğim.

Şimdilik hoşçakalın…