Ankara’nın et fiyatları tırmandıkça devreye soktuğu o tanıdık refleks: Karkas et ithalatı için sınır kapıları ardına kadar aralanıyor. Ardından gelen ise, bir açılıp bir kapanan, rüzgarda savrulan eski bir kapı gibi gıcırdayan bir hikaye.
Üretici de tüketici de bu döngüyü ezberlemiş durumda; her seferinde aynı umut, aynı hayal kırıklığı. Peki, bu kapı neden bir türlü tam kapanmıyor?
Ve neden her açılışında, soframızdaki etin tadı biraz daha acılaşıyor?
Kısa Vadeli Mucize, Uzun Vadeli Felaket
Devlet, ucuz ithal et dalgasıyla piyasaya “müdahale” ediyor. Fiyatlar bir anlık nefes alıyor, market rafları dolup taşıyor. Ama bu, bir yangına benzin dökmek gibi: Kısa vadede serinletici, uzun vadede yakıcı. Yerli üretici, bu ani selin altında eziliyor.
Yatırım hayalleri suya düşüyor, ahırlar boşalıyor, çiftçiler umutsuzca ellerini ovuşturuyor. Hayvancılıktan vazgeçenler artınca, üretim çöküyor; birkaç yıl sonra fiyatlar roket gibi fırlıyor. Ve döngü, bir kara delik gibi her şeyi yutup kusuyor: Yeni ithalat, yeni umut, yeni yıkım.
Bu kısır döngü, sadece istatistiklerle değil, insan hikayeleriyle dolu. Hatırlayın, 2020’lerdeki bir ithalat dalgasında, Anadolu’nun bir köşesindeki besici, yıllarca biriktirdiği parayla kurduğu ağılını terk etmek zorunda kaldı.
“Devlet ucuz et getiriyor, biz kimiz ki rekabet edelim?” demişti. Bugün binlercesi aynı çaresizliği yaşıyor. Oysa milyarlarca lira harcanmış hayvancılığa: Sıfır faizli krediler, yem destekleri, sığır varlığını 15 milyona çıkaran teşvikler…
Peki, neden soframızdaki biftek hala bir lüks?
Cevap, rakamların ötesinde, sistemin köklerinde yatıyor.
Yem, Döviz ve Kaybolan Meralar
Türkiye yılda 1 milyon ton kırmızı et yutuyor; bunun yüzde 90’ı sığır ve koyundan. “Talep fazla, üretim az” diye geçiştirmek kolay, ama gerçek çok katmanlı. Bir dananın maliyeti, yemle şişirilmiş bir balon gibi: Yüzde 60’ı yemden geliyor. Ve bu yemin hammaddesi?
İthalatın gölgesinde, soya, mısır, arpa…
Her döviz sıçraması, et fiyatını bir basamak yukarı taşıyor. Son yıllarda dövizin oynaklığı, etin kilosunu 10 liradan fazla fırlattı ve bu, sadece buzdağının görünen ucu.
Karşılaştırın: Arjantin’de bir inek, uçsuz bucaksız pampalarda özgürce otluyor; yem maliyeti toplamın sadece yüzde 20’si. ABD’de devasa meralar, doğal beslenmeyi ucuz ve sürdürülebilir kılıyor. Avrupa’da ise mera koruma yasaları, hayvancılığı bir endüstriye dönüştürmüş.
Bizde ne var?
1990’larda 24 milyon hektar olan mera alanları, terör belasıyla ve imar talanlarıyla erimiş; bugün 9-10 milyon hektara inmiş. Çayır-mera, yem ihtiyacının yalnızca yüzde 10’unu karşılıyor. Hayvanlar kapalı ahırlarda, ithal yem fabrikalarının mahkumu.
Sonuç?
Bir danayı beslemek için harcanan döviz, ülkeyi dışa bağımlı bir zincire vuruyor. Üstelik iklim değişikliğiyle kuruyan otlaklar, bu zinciri daha da sıkıyor: 2023 verilerine göre, mera verimliliği yüzde 30 azalmış durumda.
Bu tablo, sadece ekonomik değil, ekolojik bir felaket. Toprak erozyonu, su kaynaklarının tükenmesi, biyoçeşitliliğin yok oluşu…
Hayvancılık, bir zamanlar Anadolu’nun can damarıydı; şimdi ise beton yığınlarının gölgesinde soluk alıyor. Ve her ithalat sevkiyatı, bu yarayı biraz daha derinleştiriyor: Yabancı etler rafları doldururken, yerli çiftçi iflasın eşiğinde.
Strateji mi, Tiyatro mu?
Tarım Bakanlığı’nın kendi “Kırmızı Et Stratejisi”nde itiraf ettiği gibi: “Et ve besilik hayvan ithalatı, sorunu çözmekten uzaktır.”
Bu cümle, bir uyarı levhası gibi parlıyor. Ama ironiye bakın: Aynı kurum, yıllardır bu “geçici” kapıyı aralıyor.
Neden? Siyasi baskı mı, lobi oyunları mı, yoksa kısa vadeli popülizm mi?
Gerçek şu ki, bu ithalatlar bir çözüm değil, erteleme sanatı. 2018’den beri 500 bin tonu aşan ithalat hacmi, yerli üretimi yüzde 15 daralttı – TÜİK rakamları yalan söylemez.
Dahası, bu politikalar adaletsizliği körüklüyor. Zenginler ithal etle ziyafet çekerken, dar gelirliler protein fakirliğine mahkum.
Ve çevre?
Her uçakla veya gemide taşınan ton karkas, karbon ayak izini şişiriyor; Türkiye’nin sera gazı emisyonlarının yüzde 14’ü hayvancılıktan geliyor. Kalıcı sorunlar, geçici çözümlerle büyütülüyor: Yem ithalatı için harcanan 5 milyar dolar, mera rehabilitasyonu için harcansaydı, bugün et fiyatları yüzde 30 daha düşük olabilirdi.
Üretim Devrimi mi, Yoksa Sonsuz Döngü mü?
Ucuz etin sırrı, ithalat limanlarında değil, kendi toprağımızda gizli. Çıkış yolu net: Üreticiye istikrarlı destek, mera alanlarını koruyan katı yasalar ve yem bağımlılığını kıran bir devrim. Düşünün: Organik mera projeleriyle çayırları canlandırın, yerel yem kooperatifleri kurun, iklim dostu ırklarla verimliliği artırın. Brezilya gibi mera odaklı modellere dönün; Arjantin’in doğal besleme tekniklerini uyarlayın. Üstelik bu, sadece et değil: Sağlıklı gıda, istihdam, kırsal kalkınma…
Bir taşla birden fazla kuş.
Aksi takdirde, Ankara o kapıyı açıp kapatmaya devam edecek. Her açılışta fiyatlar düşecek gibi görünecek, her kapanışta yükselecek. Biz ise sofrada, her lokmada bu salınımı tadacağız: Bir yanda umut, diğer yanda hüsran. Zamanı geldi: Kapıyı sonsuza dek kilitleyip, yeni bir sayfa açalım. Yoksa bu hikaye, nesiller boyu tekrarlanacak bir ağıt mı olacak?
Karar, bugünün tarım politikacılarının elinde.