Göçmen emeğine mahkum hayvancılık: Türkiye’nin üretim çöküşü

Abone Ol

Geçen hafta Anadolu’nun içlerinde, adı çok bilinmeyen bir köydeydim. Çamurla yoğrulmuş dar sokaklardan geçip köy meydanına vardığımda, kahvenin önünde oturan yaşlıların sohbetine kulak misafiri oldum. Birinin ağzından şu sözler döküldü:

— “Oğlan İstanbul’a gitti, inşaatta çalışıyor. Burada kalsaydı aç kalırdı. Şimdi ahırı Afgan çocuklara bıraktık. Onlar olmasa hayvanların başına kim bakacak?

Bu cümle, Türkiye’de hayvancılığın hangi noktaya geldiğini özetliyordu. Köyün gençleri birer birer şehre göçüyor, yerlerini ise Afganistan’dan, Suriye’den gelen göçmenler dolduruyordu. Sabahın ayazında ahıra giren, hayvanı otlatan, ahırı temizleyen, sütü sağan artık köylünün kendi evladı değil; göçmen işçilerdi.

Bir zamanlar köylü genç için gurur vesilesi olan hayvancılık, şimdi yük ve yoksulluğun sembolü olmuştu. Yem fiyatları altınla yarışıyor, mazot neredeyse hayvanın sütünden daha pahalıya geliyor, mera alanları ise her geçen gün betonun insafına terk ediliyordu. Böyle bir tabloda köyün gençleri için hayvancılık bir gelecek vadetmiyordu.

Köyde sohbet ettiğim yaşlı bir üretici, gözleri dolarak şunları söyledi:

— “Evladım, biz bu topraklarda hayvancılıkla büyüdük. Bir ineğimiz vardı, sütünü satar geçimimizi sağlardık. Şimdi üç inek baksan da kar etmiyor. Yemini dışarıdan alıyorsun, işçisini dışarıdan buluyorsun, sonra diyorsun ki ‘Niye et pahalı?’ Pahalı olur tabii. Bu işin bereketi kalmadı.”

Onun sözleri sadece bireysel bir serzeniş değil, aslında Türkiye’nin tarım ve hayvancılık politikalarının çöküşünü anlatıyordu. Çünkü mesele yalnızca göçmen işçilerin ahırlarda yer alması değildi. Esas mesele, gençlerin köyde tutunamamasıydı. Köyde doğan çocuk, hayvan bakmanın sadece zahmet ve yoksulluk getirdiğini gördükçe, köyü terk etmeyi kurtuluş sanıyordu.

Böyle olunca da göçmen emeği bir “çözüm” gibi görünse de, aslında ülkenin üretim damarlarını yavaş yavaş kurutan bir bağımlılığa dönüşüyordu. Bugün Afgan işçiler olmasa, birçok köyde hayvancılığın çarkı dönmez hale geldi. Bu manzara yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel bir erozyonun da resmiydi.

Peki, çıkış yolu yok mu? Elbette var. Ancak bu çıkış günü kurtaracak pansumanlarla değil, köklü ve uzun soluklu politikalarla mümkündür. Her şeyden önce hayvancılığın stratejik bir sektör olarak ilan edilmesi gerekir. Nasıl ki savunma sanayi ulusal güvenliğin temeli sayılıyorsa, gıda güvenliği de aynı ciddiyetle ele alınmalıdır. Bunun yanı sıra gençlere cazip bir gelecek sunmak şarttır. Sadece kredi ve hibeler değil, köylerde sosyal hayatı, eğitim imkanlarını ve kültürel altyapıyı güçlendirecek adımlar atılmalıdır. Köyde kalan genç, kendini cezalandırılmış gibi değil, ödüllendirilmiş gibi hissetmelidir.

Hayvancılığın temel unsurlarından biri olan meraların korunması da hayati öneme sahiptir. İmar uğruna yok edilen her mera, soframızdan eksilen bir lokmadır. Aynı şekilde yem üretiminin millileştirilmesi zorunludur. Çünkü ithal yeme mahkûm bir üretim modeli asla ayakta kalamaz. Son olarak göçmen emeğine bağımlılığı azaltmak da kritik bir meseledir. Bugün iş gücünü göçmenlere bırakmak zorunda kalmak, yarın soframızı da başkasının iradesine bırakmak demektir. Bunun önüne geçmek için hem teknolojiyi üretime entegre etmek hem de gençleri bilinçli şekilde bu alana yönlendirmek şarttır.

Unutmayalım: Hayvancılık, sadece bir ekonomik faaliyet değildir. O, kültürdür; dededen toruna devredilen üretim ahlakıdır. Köy kahvesinde oturan yaşlı bir çoban, bana şu cümleyi kurduğunda içim burkuldu:

— “Evlat, bu ahırların içinde bizim geçmişimiz var. Şimdi hayvanın başında başka milletin çocuğu var. Biz kendi geleceğimizi kendi ellerimizle terk ettik.”

Evet, bugün ahırların kapısında yabancı işçiler var. Eğer bu tabloya seyirci kalırsak, yarın soframızdaki etin, sütümüzün, yoğurdumuzun da “bizden” olduğuna emin olamayacağız.

{ "vars": { "account": "UA-60615480-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }