Altın bulunur su bulunmaz evladım!

Abone Ol

Türkiye’nin toprağının altında bir servet yatıyor. Altın, bakır, gümüş, krom…

Bunlar sadece kuyumcu vitrininde parlayan metaller değil; sanayinin girdisi, ihracatın kaldıraç kolu, binlerce aileye ekmek kapısı. Madenleri ekonomiye kazandırmak; kendi kendine yeten, yüksek katma değerli bir Türkiye için elbette kritik. Fakat bugün esas soru şu: Bu serveti çıkarırken, yeraltında biriken suyu ve üzerinde kurduğumuz hayatı kaybetmeden yol alabilir miyiz?

Kazdağları’nda yıllar önce bir köy kahvesinde dinlediğim cümle hala kulaklarımda:

“Altın bulunur, su bulunmaz evladım.”

Madra dağlarında bir teyzemizin yılların yorgun bakışlarıyla etiği cümle de aynı yere işaret ediyor.

“Altın bulunur ama kaybedilen tarım bir daha gelmez”

Bunlar, birer romantik cümle değil; hidrojeolojik bir uyarı. Açık ocaklar derinleştikçe akifer tabakaları deliniyor, yeraltı suyunu tutan “doğal kasnak”lar parçalanıyor. Yeraltı galerileri su basmasın diye yapılan sürekli deşarj (dewatering), çevredeki kaynak ve pınarların debisini düşürüyor. Sonuç: Çeşmesi zayıflayan köy, verimi düşen ova, kökleri susuz kalan orman.

Sahadan Sesler, Rakamlardan Dersler

Kazdağları/Kirazlı vakasında maden sahasının Çanakkale’nin içme suyu kaynağı olan Atikhisar Barajı’nın su toplama havzası içinde olduğuna meslek örgütleri defalarca dikkat çekti; yeraltı–yüzey suyu etkileşiminin yüksek olduğu uyarısı raporlara girdi. Bu uyarı sadece bir “duyarlılık” değil; kent su güvenliği meselesi.

Uşak/Kışladağ çevresinde köylüler yıllardır “kuyular derinleşti, suya daha aşağıdan iniyoruz” diye anlatıyor. Siyasetin de gündeminde: Geçen hafta verilen soru önergelerinde, 20 yıl önce 2–25 metreden çıkan su için bugün kaç metrede sondaj gerektiği soruldu. Şirket cephesinde ise “tahsis edilen suyun yarısından azını kullanıyoruz” savunması var; 2024’te kullanımın %47’de kaldığı belirtiliyor. Aynı fotoğrafın iki farklı kareyi gösterebilmesi, bize şunu söylüyor: Havza ölçeğinde bağımsız bir su bütçesi şeffaf biçimde tutulmadan gerçek resim görülmüyor.

Artvin/Cerattepe için hazırlanan bilirkişi ve meslek raporları, maden sahasının çevresindeki kaynakların kentin içme suyu açısından kritik olduğunu, kayaçların çatlaklı yapısı nedeniyle yeraltı suyu geçirgenliğinin yüksek seyrettiğini vurguluyor. Karadeniz’in su zenginliği, plansız bir drenajla bir gecede kaybolmuyor; ama sessiz bir eksilmeyle yıllar içinde yoksullaşıyor.

Ve Erzincan/İliç… 13 Şubat 2024’te yığın liçi malzemesinin kayması sadece bir işçi sağlığı faciası değil, aynı zamanda siyanürlü yığınların su yollarına yakınlığı konusunda kırmızı alarmdı. Olay sonrası ÇED süreci ve denetim tartışmaları büyüdü; 2024 Ağustos’ta ÇED olumlu kararının iptal edildiği haberleri, sistemin “kağıt üzerinde güvenli, sahada kırılgan” olabildiğini gösterdi.

Bu dört dosya, bir tabloyu açık ediyor: Ekonomi–ekoloji gerilimi sahada ölçülebilir unsurlara indirgenmezse, herkes kendi gerçeğini anlatıyor; köylü “su yok” diyor, şirket “veri var” diyor, kamu “prosedür tamam” diyor. Oysa çözüm, havzanın bütününü aynı masaya oturtabilmekte.

“Ya Altın Ya Su” İkilemi Kader Değil

Dünya madenciliği son on yılda su ve atık yönetiminde çıtayı yükseltti. ICMM’nin Su Sorumluluğu (Water Stewardship) ilkeleri, suyun sosyal adalet, ekolojik sürdürülebilirlik ve ekonomik fayda dengesinde yönetilmesini şart koşuyor. Küresel Atık Barajları Standardı (GISTM), atık depolama tesislerinde “sıfır can kaybı” hedefiyle su–stabilite ilişkisini merkeze alıyor. Uluslararası Siyanür Yönetim Kodu (ICMC) ise siyanürün üretimden taşımaya, depolamadan liç sahasına kadar bağımsız denetime tabi kurallar koyuyor ve Türkiye’den bazı işletmeler de bu çerçevede denetleniyor.

Türkiye’nin mevzuatı bu standartlarla konuşur hale geldiğinde “ya altın ya su” ikilemi aşılabilir. Çünkü mesele madeni çıkarmak değil, nasıl çıkardığımız.

Köylünün Gözünden “Doğru Madencilik” Nasıl Anlaşılır?

Köylü için “doğru madencilik” karmaşık raporlarda değil, gündelik hayatın basit göstergelerinde saklıdır. Yazın çeşmelerin kurumaması, tarladaki kuyunun her yıl biraz daha derine inmeye zorlanmaması, yağmurdan sonra derenin renginin ve kokusunun değişmemesi, toz ve gürültünün yalnızca iş saatleriyle sınırlı kalması, maden kapandıktan sonra da toprağın, örtünün ve bitki dokusunun yeniden canlanması…

Köylünün adalet terazisi işte bu somut ve hayata dokunan işaretlerden ibarettir. Bu yalın tarif, Türkiye’nin kendi madencilik anlayışını şekillendirmesi için beş temel adımı işaret ediyor: su bütçesinin baştan şeffaf biçimde tutulması, bağımsız izleme sistemlerinin kurulması, atık ve liç sahalarının en yüksek güvenlik standartlarıyla yönetilmesi, siyanürün sıfır şaşırtmaca prensibiyle denetlenmesi ve kapatma sonrası doğanın canlanmasını garanti altına alacak güçlü bir teminatın şart koşulması.

Bu çerçeve aslında köylünün güvenini kazanmanın da tek yoludur. Çünkü onun gözünde doğru madencilik, yalnızca madenin çıkarıldığı yıllarda sağlanan ekonomik katkıyla değil, çeşmesinden suyun akmaya devam etmesiyle, tarlasının veriminin düşmemesiyle, dağını örten ormanın kurumamasıyla ya da yeşermesiyle ölçülür. Eğer bu güvenceler sağlanmazsa hiçbir ekonomik kazanç köylünün gözünde meşru sayılmaz; ama sağlandığında, maden de ekmek de su da aynı masada yerini alabilir.

“Beyan”lar Değil, “Bulgular” Konuşsun

Bir köylünün “Kuyumuz çekildi” demesi kadar, şirketin “Tahsis edilen suyun yarısını bile kullanmadık” açıklaması da tek başına yeterli değil. İkisi de sahici olabilir; çünkü mesele “ne kadar su çekildi?” sorusundan önce “nereden çekildi ve kime ne kaldı?” sorusudur. Havza temelli, bağımsız ölçüm–izleme ve halka açık veri olmadan, bu tartışma duygu ile duyurunun arasına sıkışıyor. (Uşak çevresindeki tartışmaların son günlerde yeniden hararetlenmesi tesadüf değil.)

Aynı Masaya Oturmanın Siyaseti

Devletin görevi, ne “yatırım gelsin de ne olursa olsun” demek; ne de “hiç kazma vurulmasın” romantizmine sığınmak. Görev; bilimsel eşikler koymak, bağımsız denetimi örgütlemek, veriyi açmak ve yerelin söz hakkını güvenceye almaktır.

Şirketin görevi; küresel iyi uygulamayı ülkeye ithal etmekle yetinmeyip, maden bölgesinde su hakkını kendi performans kriteri haline getirmesidir.

Köylünün görevi; tanıklığını belgeye dönüştürmektir: kuyunun, kaynağın, derenin ölçülen hikayesini yazmaktır.

Madenlerin ekonomiye kazandırılması zorunlu; suyun hakkının korunması ise şartsız.

Bu iki yaklaşım paradoks yaratır.

Bu iki cümleyi aynı anda samimiyetle kurabildiğimiz gün, “Altın mı, su mu?” sorusunu nihayet “İkisi de ve adilce.” diye cevap verdiğimiz gün olur.

{ "vars": { "account": "UA-60615480-1" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }