Geleneksel tohumlar binlerce yıldır çeşitlilik, gıda güvenliği, sürdürülebilirlik ve yaratıcılığın göstergesi olmuştur. Küresel tarım şirketleri doğa ve çiftçilerin yaratıcılığını hiçe sayarak genetiği değiştirilmiş tohumları "fikri mülkiyet" kisvesi altında patentlenmekte ve şirketin mülküne aitliğini tescillemektedir. Bu aynı zamanda tohumun çarpık mülkiyetinin de temelini oluşturur. Bugün, toplamda on büyük küresel tarım şirketi (Cargill, Monsanto ve Continentall başta olmak üzere) GDO'lu tohum pazarının tamamını elinde bulundurmaktadır. Bu durum bize başlı başına bir tekelleşmenin var olduğunu kanıtlamakla kalmaz, aynı zamanda tohum üzerinde totaliter bir sürecin başladığını da gösterir.

Binlerce yıldır doğa ve çiftçilerin ortak kullandığı tohumlar, birdenbire şirketlerin mülkü haline gelirken çiftçilerin geleneksel sürdürülebilir tohumlarını kullanmaları "fikri mülkiyet" dayatması ile suç haline getirilmektedir. Böylece binlerce yıldır üretici olan çiftçiler, küresel tarım şirketlerinin birer tüketicisi haline dönüştürülmüş olur çünkü GDO'lu tohumun toprakla buluşması demek, aynı zamanda tarım şirketlerinin herbisit ve pestisitlerine ve suni gübrelerine de bağımlı olmak demektir. Bu durum öncelikle üretim maliyetlerini kat kat artırmış, sonrasında ise genetiği değiştirilmiş tohumların ürün verimliliğinin gerçeklik dışı olduğu hüsranını en açık biçimde yaşatmıştır.

Çiftçiler artık elde edebildikleri ürünle üretim maliyetini karşılayamaz hale gelirken, hemen bir çözüm üretilmiş ve destek kredileri imdada yetişmiştir. Fakat bu durum çiftçilerin borçlanmasıyla sonuçlanan bir süreci beraberinde getirmiş, borçlarını geri ödeyemeyen çiftçiler, önce topraklarını sonrasında ise evleri başta olmak üzere tüm mülklerini yitirmişlerdir.

Ancak yine de borç yükünden kurtulamamışlar ve en nihayetinde çaresizce intihara başvurmuşlardır. Hindistan'daki çiftçi intiharları tam da bu sürecin en bariz örneğini oluşturmaktadır. Tohum üzerindeki tekelleşme, toplumsal olgulardan ilk ve en çok etkilenen özne olan kadınların da tahakkümünü pekiştirmiştir. Kadınlar, destek kredilerinden doğan borçları ödeyebilmek için önce ellerindeki takılarını, sonra da üretim için kullandıkları araç gereçlerini kaybetmişlerdir. Toprağın kaybedilmesi ile devam eden süreçte ise kadınların üretici rolünün tamamıyla ortadan kaldırıldığı gerçeği ile karşı karşıya kalınmaktadır. Son olarak evinin de elinden alınmasıyla daha da yalnızlaşan ve çaresizleştirilen kadınlar, taciz ve tecavüz gibi etmenlere son derece açık hale gelmektedir tüm bu sürecin sonunda kadınlar (Maria Mies'in Son Sömürge Kadınlar eserinde değindiği üzere) ya dilenciliğe ya da fahişeliğe sürüklenmektedirler.

Fotoğraf: Robin Hammond

Toplumun her öznesini etkileyen bu tekelleşme süreci, bakıldığında çiftçiler için birer felaket tablosu haline gelse de küresel tarım şirketleri kârlarını artırarak yoluna devam etmektedir. Yerel pazarlar ortadan kalkmış, çeşitlilik ve sürdürülebilirlik kavramları genetiği değiştirilmiş tohumlarla üretimin dayatılması ile gıda üzerinde, tüm canlıları kaçınılmaz olarak etkileyecek totaliter bir süreci ortaya koymuştur.

Tüm bu acımasız sürecin küresel tarım şirketlerince yönetilen ve uluslararası kuruluşlarca desteklenen, küresel tarım pazarına zorunlu olarak dahil edilen küçük üreticilerin kâr için "harcanabilir" kitle olarak değerlendirilmesi gerçeği, geleneksel tohumların özgürlüğünün aslında çiftçi özgürlüğü olduğu gerçeğini kanıtlar niteliktedir. Geleneksel tohumların özgürlüğü aynı zamanda çeşitliliği koruyacak, küresel tarım şirketlerinin tahakkümünün önünde duracak, sürdürülebilir tarımı ve yerel pazarları yaratılan totaliter süreçten kurtaracak yegâne kurtuluşumuzdur.

KAYNAK: Saliha Kılıç / gaiadergi.com