Hayvancılık sektörü her geçen gün kan kaybeden, kan kaybettikçe de beslenmede dışa bağımlılığımızı arttıran ve bu yönüyle de; cari açığı bulunan bir ülke olmamız nedeniyle ülkemizin geleceğini riske eden ve sosyal açıdan büyük etkilere sahip bir sektördür.

Ülkemiz hayvancılığı son dönemde, bugüne değin yapılmış ve yapılmakta olan rekor düzeydeki tüm teşvik ve desteklemelere rağmen, istenilen düzeye gelememiş ve her geçen gün daha da kötüye gitmeye başlamıştır.

An itibarıyla da üretenin zarar etmesinden dolayı, işletmeler ya kapanmaya ya da kapasitelerini azaltmaya devam etmektedir.

Hayvancılık dünyada tüm ülkelerin stratejik olarak değerlendirip desteklediği bir sektördür. Toplumun sağlıklı bir şekilde beslenebilmesi bakımından hayvansal protein büyük önem taşımaktadır. Dünya'nın yakın geleceğine baktığımızda, artan dünya nüfusuna karşın, azalan hayvan sayısı ve tarım alanları nedeniyle gıda temini stratejik olarak tüm ülkeler açısından çok büyük önem taşıyacak ve yakın gelecekte gıdaya hükmedenler dünyaya da hükmedeceklerdir. Ülkemizde de artan nüfusla birlikte son yıllarda yaşanan gelir artışının da etkisiyle gıdaya olan talebin artacağı değerlendirilmektedir.

Ülkemiz hayvancılık bakımından önemli avantajlara sahipken, bazı dezavantajlara da sahip durumdadır. Örneğin, ülkemiz süt sığırcılığında avantajlı bir durumda iken, besi hayvancılığında azalan mera alanları (ki bunların çoğu sığır otlaması için yetersizdir) ile ülkemiz iklim koşulları ve özellikle yağışların mevsimsel dağılımındaki dengesizlik yüzünden dezavantajlı bir durumdadır.

Ülkemizin son yıllarda Milli Savunma Sanayi'nde sergilediği gelişmeler, maalesef Milli Tarımda Cumhuriyet tarihimizin rekor düzeydeki teşvik ve desteklerine rağmen sergilenememiştir.

Bu durumun çok çeşitli sebepleri olmakla birlikte, asıl sorunun tarımsal anlamda reel verilere sahip olunmaması ve buna bağlı olarak reel tarımsal politikaların uygulanamaması olmakla birlikte, fiyatları dengeleme adına yapılan hesapsız rekabet şansı bırakmayan ithalat politikası en önemli etken olarak göze çarpmaktadır.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, mevcut yapısal sorunların çözülmesi halinde, ülkemizin tıpkı Milli Savunma Sanayi alanında sergilediği başarı hikayesine benzer bir başarı hikayesinin Tarım ve Hayvancılık alanında da yakalanmaması için önemli bir neden görülmemektedir.

Aşağıda başlıklar halinde Hayvancılık özelinde mevcut sorunlar ve çözüm önerileri sunulmuştur:

1.Milli Tarım Politikası:

Bakanlık tarafından 5 yıl hatta 1 ay sonrası için hayvancılık konusunda herhangi bir hedef koyulmuş değil. Öncelikle mevcut durumun sayım yapılarak ortaya konması ve ülkemiz ihtiyaçlarına dönük kısa, orta ve uzun vadeli Tarım politikalarının belirlenmesi ve değişen bakanlarla birlikte değiştirilmeyecek Milli politikalar olarak uygulanmasının sağlanması gerekmektedir. Bu planlamaların doğru biçimde yapılabilmesi ancak ve ancak, kişisel çıkarlarını bir tarafa bırakacak teorik ve pratik bilgilere, sahaya hakim liyakat sahibi yetiştirici, akademisyen ve bürokratlardan kurulacak kurullarla sağlanabilir. Bu arada yıllardır koltuklarını koruyan bürokratların değiştirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Yıllarca tarıma yön veren makamlarda kalmış insanlarla olumlu gelişmelerin sağlanmasının sıkıntılı olacağı değerlendirilmektedir. Onlar zaten yapabilecekleri katkıları yapmış ve sonuç alamamışlardır. Dolayısıyla, yeni kadrolarla değişimin daha hızlı ve kolay olması sonuca ulaşmayı da hızlandıracaktır.

2.Stratejik önem:

Yakın gelecekte gıda, su, ilaç ve tohum sektörleri yeni dünya düzeninin oluşmasında en önemli stratejik hususlar olarak öne çıkmaktadır. Dolayısıyla, dış etkilere karşı cari açığa sahip ülkelerin dizayn edilmesinde, özellikle kendi ihtiyaçlarını karşılamada yukarıda sıralanan alanlarda dışa bağımlı olunması, o ülke ekonomilerinin en zayıf halkası olarak değerlendirilebilir. Maalesef ekonomi kurmaylarımız ithalatı hep kendi üreticisine ve yetiştiricisine karşı enflasyonu düşürme gerekçesi ile sopa olarak kullanmakta bir sakınca görmediler ve günümüzde de bu yaklaşımın değiştiği pek söylenemez.

Ancak döviz kurundaki ithalat aleyhine gelişen mevcut durum ithalatın fiyat konusundaki avantajını önemli oranda ortadan kaldırmıştır. Ülkemizde yaşanan bu ithalat anlayışının sonucunda, ortaya çıkan kendi üreticimiz ve yetiştiricimize karşı yapılan haksız rekabet ile yerli üretim sürekli baltalanmış ve birçok üretici ve yetiştirici zarar ederek üretimden çekilmiş, borç batağına saplanmıştır.

Örneğin et piyasası hareketlendiğinde, ithalatın söylentisi bile karkas etin kg'ında 2-3 TL'lik düşüşe neden olurken, market raflarında et fiyatlarında herhangi bir indirim söz konusu dahi olmamıştır. Ortalama 300 kg karkas üzerinden 600-900 TL yetiştiricinin kazancından eksilen bu para, yetiştiriciyi zor duruma düşürmüş, emek sahibi olmayan aradaki kişilerin kazançlarına eklenmiştir.

İthalat yapılmasa bile, bu türden spekülasyonlar sadece yetiştiricilere ciddi zararlar vermiş ve üretici lehine olumlu bir sonuç da doğurmamıştır. Hayvancılık Sektörünün en az 25 farklı sektörde sağladığı istihdam ve ekonomi düşünüldüğünde hayvancılığın baltalanması birçok sosyal sorunları da ortaya çıkaracaktır.

Ayrıca, Rusya ile yaşanan krizden sonra neden domates ithalatına hemen başlanılmadığının da analizinin iyi yapılması gerekmektedir. Onlar bizler gibi dışarıda daha ucuz deyip kapıları açmamakla kendi ülkesinde domates yetiştirmeye başlayan üreticilerini korudular ve üreticilerine siz pahalıya üretiyorsunuz, biz daha ucuza getiririz demediler.

Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri'nin Çin'le başlatmış olduğu ticaret savaşları en büyük alıcılardan olan Çin'in ABD'den soya fasulyesi alımını durdurmuş, soya fasulyesi yetiştiricinin elinde kalmış ve fiyatı gerilemiştir. Bu durumda, Trump yönetimi çiftçisini oluşan bu zarardan korumak için milyarlarca dolar destek sağlamıştır.

Sonuç olarak, ülkemizde yetiştirilebilecek hiçbir ürünü ithal etmemeli, zorunlu olunması halinde de kesinlikle iç piyasa koşullarında üretici aleyhine olumsuz bir etki yaratmayacak gümrük düzenlemeleri ile üretimin sürdürülebilirliğini bozmadan ithalat yapılmalıdır. Zorunlu ithalat yapmamız gereken ürünlerin ucuz ve farklı ülkelerden temin edilebilir ürünler olması yönünde planlama yaparak, katma değeri yüksek ve birkaç ülkeye bağımlı kılacak ürünlerin ülkemizde yetiştirilmesini sağlayarak dışa bağımlılığımızı azaltmalıyız. Cari fazlamız olmadan, tarım ve hayvancılıkta ithalata asla ve asla bel bağlamamalıyız.

3.Bölgesel farklılıklar:

Ülkemiz konum olarak farklı coğrafya, nüfus ve iklim koşullarına sahip bölgelerden oluşmaktadır. Bütün bu hususların dikkate alınacağı ve liyakat sahibi ve saha deneyimi olan gruplar kurarak hangi bölgelerde hangi tür ve ırkların yetiştirileceği konusu irdelenmelidir.

Örneğin, nüfusun yoğun olduğu, pazara yakın bölgelerde sütçü ırklar öne çıkmalıdır. Nüfus yoğunluğunun kısmen orta düzeyde olduğu bölgelerde kombine ırklar, nüfus yoğunluğunun en az olduğu bölgelerde de etçi ırklar ön plana çıkarılmalıdır.

Bunun dışında, yem üretimi de önemli bir sorundur. Mevcut meralar ile mera olarak kazanılabilecek tüm alanları hayvan yetiştiriciliğine tahsis etmeliyiz. Coğrafya ve iklim özelliklerini dikkate alarak yem bitkileri ve beslenme alanında uzman kişilerce hangi bölgelerde hangi tür yem bitkilerinin yetiştirileceğinin tespit edilmesi ve bu yönde yetiştiricilerin eğitim, teşvik ve benzeri diğer yöntemlerle yönlendirilmesi gerekmektedir.

Özellikle soya tarımı yapılabilecek alanların belirlenerek yerli soya üretimini artırmamız büyük önem taşımaktadır. Soya sadece büyükbaş hayvancılık için değil, kanatlı hayvan ve balık yetiştiriciliği için de çok daha büyük öneme sahiptir.

4.Birlikler ve Ulusal Süt Konseyi (USK):

Birlikler maalesef günümüze kadar aidat toplama ve ticari faaliyetler dışında fonksiyonel olarak asli görevleri olan yetiştiricilerin yanında olamamıştır. Hemen hiçbir platformda yetiştiricinin haklarını gereği gibi savunamamıştır.

Özellikle devletimizin sağladığı destek ödemelerinin birlikler üzerinden olması, birlikleri ciddi bir aymazlığa sürüklemiştir. Destek alabilmek için birliklere mahkum olan yetiştirici birliğe üye olmasından dolayı, hemen hemen hiçbir avantaj elde edememiş ve sadece ödediği aidatla kazancından bir kısım adeta gasp edilmiştir.

Ayrıca, birliklerin sayısının fazla olması koordinasyonu da engellemektedir. Tüm birliklerin lav edilerek gerçek üreticileri hakkıyla temsil edecek sınırlı sayıda çatı altında oluşturulacak birliklerin yapılacak düzenlemelerle daha fonksiyonel olacağı değerlendirilmektedir.

Bu hususta yurt dışındaki örnekler ele alınabilir. Birliklere üyelik zorunluluktan da çıkarılmalı, isteğe bağlı üyelik sistemi getirilmelidir. Böylece yetiştirici lehine çalışan birlikler varlıklarını sürdürebilecektir.

USK ise yetiştirici gözünde güvenirliliğini tümden kaybetmiş bir konsey haline gelmiştir. Dünyada buna benzer bir oluşumla süt fiyatının belirlendiği başka bir ülke bulunmamaktadır. Burada basit bir hesabı da ortaya koymakta fayda var. Günde 500 ton çiğ süt işleyen ve günde 50 ton karkas işleyen sanayiciler sırasıyla üreticiden sütü 10 krş ve eti 1 TL daha ucuza alsa, 30 günlük kazançları 1,5 milyon TL'yi bulmaktadır, hem de hiçbir şey yapmadan yetiştiricinin sırtından. Nasıl tek taraflı tüketici lehine üretici fiyatlarına müdahale ediliyorsa, hem üretici hem de tüketici lehine perakende fiyata da müdahale edilmelidir.

5.Süt sorunu:

Mevcut sistemde süt fiyatları her altı ayda bir toplanan konsey (Ulusal Süt Konseyi) tarafından belirlenmektedir. Bu yönteme birde gıda komitesinin belirleyeceği tavsiye kararı ilave edilmiştir. Süt üretimi gerçekten zordur ve ortaya konan ürünün depolanması mümkün değildir. Bu dezavantajı bilen süt alıcıları üreticinin bu zaafından yararlanmayı çok iyi bilmektedir. Dövizdeki güncel durumla yurt dışında 1 lt sütün fiyatı 2,20 TL civarında seyrederken, ülkemiz süt üreticileri aylardır zararına üretim yapmakta ve an itibarıyla USK'ca 1 Nisandan geçerli olması gereken süt fiyatı belirsizliğini korumakta ve üreticiler önlerini görememektedir.

Bu durum üretici tarafında kendilerinin sahipsiz oldukları algısını yaratmaktadır. Ülkemizde dondurma vs ürünlerde süt tozu kullanımının kaldırılması veya belirli oranda kısıtlanması fazla denilen sütün ülkemizde tüketilmesine ve tüketicilerin daha sağlıklı ürünlere kavuşmasına olanak sağlayacaktır.

Devletimizin geçmiş dönemde süt tozu hamlesi çok yerinde bir hamle olmuş iken, bu tozların tekrardan daha uygun fiyatla iç piyasaya sürülmesi maalesef süt krizinin fitilini ateşlemiştir. Ayrıca, bir şekilde farklı kullanım amacıyla ithal edilen süt tozunun bir kısmının süt ürünleri yapımında kullanıldığı iddiası özellikle yaz aylarından bu yana inek kesimlerinden dolayı daralan üretime rağmen, talebin artmadığı gerçeğiyle destek bulmaktadır.

Fazlamız varsa da, bu fazlalığın süt tozuna çevrildikten sonra, ya ihracatla dışarı satılması ya da gerçekten ihtiyacı olan dost ve kardeş ihtiyaç sahibi ülkelere hibe edilmesi büyük devlet olma tezimizle de özdeşleşecektir.

Süt fiyatlarının belirlenmesinde 6 aylık periyot yetiştirici aleyhine işlemektedir. Sadece çiğ sütün baskılanması ve bu şekilde enflasyonun kontrol altında tutulmaya çalışılması sürdürülebilir üretimin önündeki en büyük engeldir.

Şayet fedakarlık gerekiyorsa da bu fedakarlık tüm sektör paydaşları arasında pay edilmelidir. Son 10 yıllık periyotta şekillenen çiğ süt, yem ve süt ile süt ürünlerindeki fiyatların iyi bir şekilde analiz edilmesi durumunda, sanayinin ve marketin her dönem kazandığını, ancak üreticinin kriz dönemlerinde ciddi zararlar ettiğini görürüz.

Bu durumda yetiştiricinin zarar etmesi sonucu sağılan hayvanlarını azaltması, kesime sevk etmesi sadece sütün azalmasına değil, damızlık düve ve et açığının da artmasına vesile olarak ithalatın önünü açmakta ve döviz kaybına neden olmaktadır.

Süt fiyatının yem fiyatına endekslenmesi bu sorunların büyük çapta ortadan kalkmasına vesile olacaktır.

Ancak, bu durumda da yem sanayinin kontrol altında tutulması suistimallerin önlenmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Devlet imkanları ile depolarda muhafaza edilen yerli tahıl ürünlerinin özellikle küçük yetiştiricilere her dönem maliyet hesabı yapılarak uygun fiyattan verilmesi sağlanmalıdır.

Süt konusunda düzeltilmesi gereken bir hususta süt alımı yapan firmaların yem satmalarının engellenmesidir. Bu şekilde üreticiler serbest piyasa koşullarından yararlanamamakta ve kaliteli veya kalitesiz kendisine sunulan yemi alma mecburiyetinde bırakılmaktadır. Bunun sonucunda da, firmaların kaliteli yem konusunda rekabet etmeleri söz konusu olmamakta ve en ucuz hammaddelerle en ucuz yemi üretmeye odaklanmaktadırlar. Süt alımı yapan firmaların yetiştiriciyi kendi yemini almaları konusunda zorlamaları mutlaka engellenmeli ve hatta süt işleyen firmaların yem pazarlamasının önü tümden kesilmelidir.

6.Kırmızı et sorunu:

Herkesin bildiği üzere ülkemiz coğrafyası ve iklim özellikleri nedeniyle Avrupa ve diğer bazı sığır eti ihracatçısı ülkelere nazaran üretim maliyetleri bakımından rekabetçi özelliğe sahip değildir.

O ülkelerin ayrıca domuz tüketiyor olmaları sığır eti ihtiyaçlarını önemli oranda düşürmektedir. Hal böyle iken, dışarıda kırmızı etin daha ucuz olduğu algısı sürekli olarak yerli üretimin üzerinde baskı oluşturmaktadır. Geldiğimiz noktada maalesef dövizin ucuz olmasından kaynaklanan avantaj da ortadan kalkmıştır.

Ayrıca, meralarımızın büyük çoğunluğu küçükbaş hayvancılığa elverişlidir. Merada yapılan hayvancılıkta en ucuz hayvancılıktır. Ancak, ülkemizde oluşturulan yanlış algılar sonucu halkımız küçükbaş et tüketiminden uzaklaştırılmıştır. Bu durumun tersine çevrilmesi için kamu spotlarının hazırlanması ve mera alanlarında küçükbaş hayvancılığın özendirilmesi kırmızı et açığımızın ucuz yoldan kapatılmasına önemli katkı sağlayacaktır.

Piyasanın ihtiyaçları önceden belirlenerek gerekli durumlarda sadece besi materyali canlı hayvanların ithalatına iç piyasa dengeleri gözetilerek izin verilebilir. Günümüz itibarıyla ihtiyaçtan fazla yapılan ithalatın hayvancılığımıza yaşattığı sıkıntı açık şekilde gözlenmektedir.

Bunun dışında, devletimiz örneğin 30 TL/1 kg karkas gören bir fiyatı, kısa vade içerisinde geriye çekmemelidir. Asıl yapılması gereken piyasanın 30 TL'yi hiç görmemesinin sağlanmasıdır. 30 TL'yi gören bir piyasada besi amaçlı satılan erkek buzağıların ve diğer materyallerin fiyatı 30 TL'lik fiyata göre şekillendiğinden, bu fiyata göre alım yapanlar besi periyodu sonunda zarar etmektedirler.

Bu durumu önlemek için birkaç yıllık et fiyat taban ve tavan fiyatlar reel maliyetlerle belirlenmeli ve taban veya tavan fiyat sapmalarında müdahale yapılmalıdır. Süt piyasası ülkemiz et piyasasının da lokomotifi olma özelliğini taşımaktadır. Ülkemiz şartlarında süt ineklerinden doğan erkek materyal, besi amaçlı kullanılarak, önemli oranda kırmızı et üretimine katkı sağlamaktadır.

Kırmızı et fiyatının belirlenmesinde reel üretim maliyetleri dikkate alındıktan sonra, makul bir kar payı konularak fiyat belirlenmelidir. Her koşulda üreticinin normal kazancı gözetilerek devletimiz fiyat dalgalanmalarını regüle etmelidir. Günümüze değin bu regülasyonlar yukarı yönlü dalgalanmalarda uygulanmış, aşağı yönlü dalgalanmalarda yetiştirici maalesef kaderine terk edilmiştir.

Ayrıca, hayvancılığı gelişmiş tüm ülkelerde kırımızı et üretimini desteklemek amaçlı sütçü sürülerden yararlanılmaktadır. Şöyle ki; damızlık değeri düşük olan sütçü düve ve ineklerde etçi ırk boğa sperması kullanılarak melez azmanlığından yararlanıp elde edilecek et miktarı ve elde edilen etin kalitesi arttırılmaktadır.

Böylesi bir durumda yavrular dişi veya erkek fark etmeksizin besiye alınıp besi materyali olarak kullanılmaktadır. Kullanma melezlemesi denilen bu yetiştirme metodunun ülkemizde de sütçü sürülerdeki bir kısım damızlık değeri düşük ineklerde kullanılmasıyla et açığımızın kapanmasına önemli katkı sağlanabilecektir.

Bu şekilde doğan yavrulardan ortaya çıkan melez azmanlığı ile daha fazla et elde edilebilmektedir. Yavru başına besi sonunda en az +50 kg karkas ağırlığı sağlanabilir. Buda toplam rakamda çok büyük katkı sağlanması anlamına gelecektir. Örneğin 6 melez besi hayvanından 7 saf sütçü erkek besi hayvanından elde edilecek kadar karkas et temin edilebilir.

Ayrıca, damızlık değeri düşük ineklerin melez dişi yavrularının kesime sevki ile sürü içerisinde seleksiyon da yapılarak, verimler artacaktır. Ülkemizde bu husus çok tartışmalıdır. Ancak, hayvancılığı gelişmiş tüm ülkelerde kullanılan ve kullanma melezlemesi olarak tanımlanan bu yöntemin bilimsel bir yetiştirme metodu olduğu ve bilinçli uygulandığında ülkemiz et açığına önemli katkı sağlamanın yanında, mevcut popülasyonun genetik özelliklerini de iyileştireceği unutulmamalıdır.

7.Hayvan hastalıkları ve buzağı kayıpları:

Hayvan hastalıkları ve buzağı kayıplarımız hayvansal üretimimizi önemli oranda olumsuz etkilemektedir. Bu hususta özellikle kritik bölgesel geçiş noktaları tespit edilmeli ve bakanlığımızın koordinasyonunda bu noktalarda hayvanlar karantinada tutulmadan yollarına devam ettirilmemelidir. Salgın hastalıklara ilişkin aşı ihtiyaçlarının zamanında sağlanarak, bölgesel ve ülkesel çapta aşılamalar eksiksiz yapılmalıdır. Yetiştiricilerimiz başta salgın ve yetiştirme hastalıkları olmak üzere bilgilendirilmeli ve hastalıklardan korunmaya ilişkin biyogüvenlik tedbirleri konusunda bilinçlendirilmelidir.

Bölgesel bazda da örneğin Marmara'dan başlanarak tüberküloz ve brusella gibi bazı önemli hastalıkların eradikasyonuna yönelik çalışmalara hızla başlanmalıdır. Buzağı kayıplarına neden olan önemli hastalık ve sıkıntılar ile bir buzağının doğum anından sütten kesim ve sonrasındaki yaşam evrelerindeki kritik süreçlerin yetiştiricilere öğretilmesi hususunda gerekli çalışmaların ivedilikle başlaması sağlanmalıdır.

8.Islah çalışmaları:

Ülkemizde ıslahla ilgili çalışmalar istenilen düzeyde değildir. Bürokrasi ve akademide ıslahla nelerin hedeflenmesi ve nelerin başarılacağı konusunda bilgi eksikliği bulunmaktadır.

Islah amacıyla yapılması gerekenleri iki grupta inceleyebiliriz: 1. mevcut ırkların özelliklerinin kendi içerisinde iyileştirilmesi, 2. özellikle yerli hayvanlarımız ile yapılacak melezleme çalışmalarıyla ülkemiz şartlarına adapte olmuş özellikler ve yüksek verim özelliklerinin kombine edilmesiyle ülkemiz şartlarında mevcut popülasyonumuzdan daha yüksek verimli hayvanlar elde edebiliriz.

1. yöntemde, mevcut kültür ırklarında özellikle dişi tarafında gerçekten ortalamaya göre üstün elit hayvanlar seçilerek Embriyo transfer teknolojisini kullanıp, bu tür üstün genetik özellik taşıyan dişi sığırlardan maksimum sayıda yavru elde etmeliyiz. Embriyo transfer teknolojisi ıslah amacıyla dünyada en sık kullanılan, en ileri biyoteknolojik yöntemdir. Örneğin top 100'de yer alan siyah alaca (Hostein) boğaların en az %95'i bu yöntemle elde edilmiş boğalardır.

Bu amaçla alt yapısı TAGEM (Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü)'ne bağlı Lalahan'daki Araştırma Enstitüsü'nde kurulan Genomik Analiz sisteminin de aktif hale getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Bu yöntemle, ABD'de anne karnında iken yavruların gelecekteki performanslarının ne olacağı değerlendirilmeye başlanmıştır.

Embriyo transferinden elde edilen tüm yavrulardan alınacak örnekler genomik analizden geçirilerek, aynı anne babadan dahi olsalar kardeşler arasından en iyiler seçilerek dişileri ile çekirdek damızlık sürülerin kurulması sağlanmalıdır. Erkeler ise, direkt sperma üretimine alınarak yurt dışına ciddi anlamda bağlı olduğumuz kaliteli sperma ihtiyacının milli imkanlarla sağlanması ülkemiz adına önemli bir kazanç sağlayacaktır.

Kurulacak çekirdek damızlık sürülerle yine embriyo transferi ve genomik analiz gibi ileri biyoteknolojik yöntemlerin kullanılmasıyla mevcut genetiğin daha da iyileştirilmesi ve yeni boğaların üretimlerinin devam ettirilmesi gerekmektedir. İyi bir genetikle daha yüksek verimli, daha sağlıklı ve uzun ömürlü hayvanlar elde edilerek birim başına hayvandan elde edilecek kazancın artırılması sağlanabilir.

Bu hususta yurt dışında olduğu gibi bölgesel fuarlarda yarışmalar düzenlenerek kaliteli ve yüksek genetik potansiyele sahip hayvanların yetiştirilmesi özendirilmelidir. Yurt dışından damızlık olarak gelen hayvanların çoğunun, oradaki yetiştiricinin sürüsünden çıkarmak istediği hayvanlardan oluştuğunu da unutmamak gerekir.

Doğal olarak hiçbir yetiştirici sürüsünün en iyi hayvanlarını elinden çıkarmak istemeyecektir. Ancak, yetiştiriciler en iyi hayvanlarının embriyolarını satmak için istekli davranmaktadırlar. Bu davranış en iyi ineği satma durumunda altın yumurtlayan tavuğun kesilmesine, onun embriyolarını satmak ise tavuğun altın yumurtalarını satmaya benzetilebilir.

2. yöntemde ise; kendi lokal ırklarımızın hastalıklara ve yaşadıkları bölge şartlarına karşı yüzyıllardır geliştirdikleri adaptasyon yeteneklerinden yararlanmak esas alınmalıdır. Ancak, bu hayvanlarımız maalesef düzgün bir kayıt sistemi ile seleksiyona tabi tutulmadığı için hem et hem de süt açısından verimsiz kalmaktadırlar.

Ancak, seçilip denemesi yapılacak ırklarla yapılan melezleme çalışmaları ile ülkemize adapte ve daha yüksek verim özelliğine sahip yeni sığır ırklarının ortaya konması ülkemizin özellikle et açığının giderilmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Örneğin, Brangus ırkı Brahman ve Angus melezlemesi ile elde edilmiştir. Yerli gen kaynaklarımızın korunması ile ilgili önemli projeleri (TÜRKHAYGEN) destekleyerek Avrupalıları kıskandıracak işler başarmış olan ülkemizin bu zenginliğinden de bir an önce yararlanmaya başlanılması ülkemiz açısından büyük önem taşımaktadır.

9.Sosyal sorumluluk ve küçük aile işletmeleri:

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) bilindiği üzere 2014 yılını “uluslararası aile çiftçiliği yılı" olarak ilan etmiştir. Hızla artan dünya nüfusunun sağlıklı beslenebilmesinde ve köyden kente göçün engellenmesinde aile işletmelerinin önemi büyüktür. Ancak, son yıllarda ülkemizde uygulanan tarım politikaları ile aile işletmeleri günden güne azalmaktadır.

Oysa, küçük ve orta ölçekli aile işletmeleri sürdürülebilir tarımsal ve hayvansal üretimin sigortası ve tekelleşmenin önündeki en büyük engeldir. Geçimini hayvancılıktan sağlayan milyonlarca aile bu işlerini kaybettiklerinde nerede ne iş yapacaklardır sorusunun cevabı da üzerinde durulması gereken önemli bir sorudur. Şimdiye dek aile işletmelerinin kendisini sahipsiz hissetmesi ülkemiz 2023 hedeflerine ulaşmamız bakımından büyük risk oluşturmaktadır. Küçük aile işletmeleri kriz dönemlerinin de önemli bir sigortasıdır. Ortaya koydukları emeği hesap etmeden zarar edilen süreçleri de atlatmada büyük işletmelerden daha avantajlıdır.

Küçük aile işletmelerini yok edip büyük sermaye sahiplerine terk edilecek tarımsal üretimin ülkemiz geleceği açısından büyük riskler taşıyacağı değerlendirilmektedir. Şöyle ki; büyük işletmelerin piyasayı istedikleri biçimde yönlendirme potansiyelleri yüksektir. Bu durumu küçük ve orta ölçekli aile işletmeleri ile ancak regüle edebiliriz. Aile işletmeleri doğası gereği kendi ihtiyaçları doğrultusunda piyasada sürekli arz yaratırlar. Örneğin, düğün, yeni arazi alımı, yem alımı, kredi ödeme vs çok çeşitli nedenlerle ellerindeki hayvanları piyasaya her dönem sunmakta iken, büyük işletmeler dönemsel olarak planlama yapabilirler. Ayrıca, kriz dönemlerinde zarar etmeye başlayan büyük çaplı işletmelerin yabancılara satışla geçme riskleri de stratejik husus olarak değerlendirilmelidir.

Devlet olarak aile işletmelerini desteklemek sosyal sorumluluk açısından da önemlidir. Geçimini hayvancılıktan sağlayan bu insanlar kazanamayınca ellerindeki mevcudu da yitirerek sektörden çıkmaktadır. İşsizler ordusuna katılacak bu insanlar üretimden çıkarılınca, gelecekte ülkemiz adına önemli sosyal problemlerin ortaya çıkmasına neden olacaktırlar.

10.Desteklemeler:

Desteklemeler konusunda, hiçbir tecrübe sahibi olmayan kişilere sağlanan bina, ekipman ve doğrudan hayvan alımının desteklenmesi yerine üretimin desteklenmesi, kriz dönemlerinde üreticinin zarar etmesini önleyecek sübvansiyon modellerinin geliştirilmesi ve mevcut işletmelerin koşullarının iyileştirilmesi şeklindeki desteklemeler üretimi olumlu yönde etkileyecek ve üretimin artmasına vesile olacaktır.

Ülkemizde yeter düzeyde işletme mevcuttur. Mevcut olanların bir kısmı aktif değilken, uygulanmakta olan yanlış politikalarla aktif olmayanlara her geçen gün yenileri eklenmektedir. Krizden dolayı kapanan işletmeler damızlık hayvanlarına müşteri bulamadıkları için damızlık hayvanlarını bile yok pahasına kesime sevk etmektedirler. Bunların tekrar yerine konması ise ülkemiz adına ciddi maliyetlere neden olacaktır. Üretimi her daim gerektiğinde sübvansiyonlarla karlı kılarak sürdürülebilirliği sağladığımızda, mevcut üreticiler önlerini göreceklerinden dolayı yatırımlarını kendileri yaparak kapasitelerini arttıracak ve böylece üretim daha ucuza sürdürülebilir kılınacaktır.

11. Bilimsel araştırmalar:

Ülkemizde bilimsel çalışmalara destek sağlayan kurumlar sınırlı sayıda kalmaktadır. Tarım ve hayvancılıkla ilgili destek alınabilecek kurumlardan TAGEM, TÜBİTAK, KOSGEB başlıcalarıdır. Öncelikle tarımsal üretimi artırmak amaçlı projelerin çoğaltılması gerekmektedir. Ancak, bu konuda da ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Örneğin, Bakanlık bünyesinde bazı bürokratlar ile üniversitelerde bazı akademisyenler embriyo transferi ve genomik analiz gibi ileri biyoteknolojik uygulamalara inanmayan zihniyet sahibi kişiler yer almaktadır. Bakanlığa bağlı araştırma enstitüleri kesinlikle yeniden yapılandırılarak ülkemiz üretimine katkısı önemli derede arttırılmalıdır. TÜBİTAK'ta özellikle araştırma projelerinde (1001) özgünlük denilen bir kriterle ülkemiz üretimini artırma ve sorunlarını çözme potansiyeli yüksek projeler ret edilmektedir. Ülkemiz üretimine katkı sağlayacak projeler dünyada benzeri yapılmıştır dolayısıyla da yapmaya da gerek yoktur denilerek özgün olmadığı gerekçesi ile geri çevrilmektedir. Bilim insanlarının öncelikleri kendi milli çıkarlarını gözetmek olmalıdır. Bu bağlamda ülkemiz ekonomisine katma değer yaratacak tüm projeler özgün olarak nitelendirilmelidir.

Hayvan beslemede konsantre yem kullanımının azaltılmasını sağlayacak projelerin de ayrıca desteklenmesi üretim maliyetlerinin düşmesine neden olacaktır. Hayvancılıkta gelişmiş ülkelerde rutin olarak kullanılan yöntemlerin (genomik analiz, embriyo transferi vs) ülkemizde öncelikli çalışma alanı olarak değerlendirilip, bu yöntemlerden maksimum fayda sağlanarak hayvancılığımızın hızla geliştirilmesi sağlanmalıdır. Bilimsel çalışmalarda ülke önceliklerinin gözetilmesi ülkemizin kalkınması açısından son derece önemlidir. Özgünlük gerekçesi ile ülkemizin kalkınmasına katkı sağlayacak projelerin desteklenmemesi ülkemiz kaynaklarının heba edilmesi anlamına gelmektedir.

Özetleyecek olursak;

2023 hedeflerine sağlıklı bir şekilde ulaşmak için gıdada öz yeterliliğe sahip olmamız büyük önem taşımaktadır. Cari açığı olan bir ülke olarak üretebileceğimiz hiçbir tarımsal ve hayvansal ürünü ithal etmemeliyiz. Ülkemizde üretim girdilerinin sorumluları yetiştiricilerin kendileri değildir. Sanki suçlu onlar gibi ithalat sopasıyla yerli ve milli üretim yapan üreticilerimizin tarım ve hayvancılıktan soğutulması her dönem için ülkemize karşı düşmanlık besleyen tüm ülkelerin eline en ucuz ve en kolay kozun verilmesi anlamına gelmektedir. Bu stratejik hususu göz ardı etmeden Milli Tarım Politikamızı oluşturup ülkemize düşmanlık besleyenlere karşı daha da dirençli hale gelmeliyiz. Üstelik bunlar ülkemiz adına çıkarlarına ters düştüğümüz her dönem bizim için tehdit unsuru olacak ve olmaya da devam edecektir.

Üreticiye her koşulda kazandıran bir üretim sisteminin kurulması sadece hayvancılık değil tarımın diğer tüm alanlarında da sürdürülebilirliğin olmazsa olmazıdır. Bunun sağlanması içinde, Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde her alanda (büyükbaş hayvancılık, seracılık, su ürünleri vs vs) konusunda uzman, saha tecrübesine sahip ve kendi çıkarlarını ülkemiz çıkarlarının üstünde tutmayan milli bilinç sahibi kişilerden (üretici, sanayici, market sahibi, akademisyen, tüketici vs ilgili tüm kişilerden) oluşan danışma kurullarının oluşturularak, hayvancılık ve diğer alanlardaki yapısal sorunlar çözüm önerileriyle ortaya konmalıdır.

Ortak aklın ortaya koyduğu çözüm yollarının Milli Tarım Politikasını oluşturması durumunda, kökten çözümlerle ülkemizin mevcut piyasa koşullarını lehine çevirerek ithalatçı pozisyondan ihracatçı pozisyona hızla geçilmemesi için neden bulunmamaktadır. Ancak belirlenecek bu politikalar ve projeler değişen bir bakan ya da bürokrat tarafından değiştirilemeyecek Milli Politikalar olarak uygulanmalıdır. Bunu başarmak içinde, öncelikle Tarım ve Orman Bakanlığı'nda ciddi ve liyakata dayalı bir revizyona hiç olmadığı kadar gereksinim duyulmaktadır.